5 Aralık 2015 Cumartesi

bedenden ayrılmış şiir

Yürüyorum, evde değilim.
Yürüyorum,
Nereye gittiğimi
Kim olduğumu bilmeden.
Yol: Sonsuz
Hava: Sisli
Ben: Yürüyorum
Bilmiyorum evin yerini
Sonsuz kez adımlıyorum yolu.
Sonsuz kez tekrarlıyorum
Yürüyorum,
Evde değilim.
Bağ dokusu çözülüyor
Birer birer sözcüklerin,
zihnimin.
Sadece fiziksel seslere dönüşüyor
Yürüyorum,
Evde değilim.
Bir iksiri damıtıyorum
Her adımda ve
Yoğunlaşan damlalar,
Çözülen düğümler,
Bütünleşik evren...
Sonsuz kez adım atıyorum
Yeni malzemeler katıyorum iksire
Onları da damıtıyorum.
Gittikçe küçülüyor her şey
O kadar ki kayboluyorlar,
Hakikat kalıyor geriye.
Yürüyorum,
Evde değilim.

28 Aralık 2014 Pazar

Bensiz yürümek istediğin yolun sonunda

Herkesin aklına sonradan birşeyler gelir
-benim de öyle-
Ama sevmek ve ağlamak
Öfkeden önce unutulur mu hiç?
Sürekli bencil arzularınızdan bahsedip
Karşınızdakini düşünmeyin
Ve karşınızdakinin başkasını düşünmesini!
En özel olmak için
Sırtını dönmen gerektiğini düşün
Karşındaki arkasını dönüp uzaklaşınca küfret!
Terkedilme korkusu yaşayıp
Terk etmenin tadına bakmak mı istiyorsun?
Ne var ki giden değil kalan söyler son sözü.
Bensiz yürümek istediğin yolun sonunda
Bekliyor olacağım.
Girdiğinde toprağın altına
Kurtçuklardan önce kemirecek
Bedenini; aşk.
Ve bedenin kaybolduğunda
Sonsuz ve gerçek olacak aşk
Ve orada
Bensiz yürümek istediğin yolun sonunda
Bekliyor olacağım...

Maddi tıp şeytandır!

Bundan yüzyıllar önce yaşamış Güney Amerika yerlileri olan Azteklerin inancına göre yılan; daha önce en güzel melek olan düşmüş bir melekmiş. Eskiden sevgi ve dostluk mesajı veren bu meleğin mesajı artık korku ve yalan olmuş. Onlardan yüzyıllar sonra Mısır mitolojisinde karşımıza çıkan yılan sembolü bir yandan bilgeliği, şifayı ve sıhhati vaad etti bir yandan da kötülüklerin sembolü oldu.
Azteklerin "yalanlar prensi" dediği bu melek günümüze nasıl geldi veya ne kadar değişti de tıp bilimini sembolize ediyor? Tıp bilimi, bununla alakalı olarak ilaç bilimi sevgiye mi yakın korkuya mı? Ilk modern doktor kabul edilen Hipokrat'tan bu yana şifacılık, simyacılık, ilkel dönem yerel tedaviler, endüstriyel ve son olarak post-endüstriyel üretim gibi aşamalara ayırabiliriz tıp bilimini. Post-endüstriyel süreçleri şuan içinde olduğumuz için net gözlemleyemesek de genetik kontrol, zihin ve davranış kontrolü ve biyolojik silah çalışmalarını kapsadığını söyleyebiliriz. Kapitaller için sermaye ve sermaye döngüsüne hakim olmak yetmiyor artık, herşeye egemen olmak istiyorlar düşüncelerimize bile!
Elbette ki bu süreçler kendiliğinden gelişmedi, önce ihtiyacımız olduğuna inandırıldık sonra ihtiyacımıza cevap verdiler.
"Bu tüketim toplumunda insanlar öğrenmeyi, iyileştirmeyi, kendi yolunu bulmayı değil öğretilmeyi, götürülmeyi, sağaltılmayı ya da yön gösterilmeyi isterler. Kişisel işlevler kişiliksiz kurumlara devredilmiştir. İyileşme hastanın görevi olmaktan çıkarılmıştır. Endüstri mallarının her birinin, her insanın özgürce ürettiği pazarlanamayan kullanım değerleri ile rekabet ettiği genellikle gözden kaçar."*
Depresyon ilaçlarından önce insanların biliş/bilinç sağlığıyla oynamak gerekiyordu ve bu konuda ne kadar başarılı olduklarını görebiliyoruz. Tıpkı doğanın üstüne inşa ettikleri yapay cehennemi görebildiğimiz gibi.
İletişim kurmanın en kötü yoluydu semboller/kavramlar ve zaten iletişim kurmamız istenmiyordu. Bilgisi sistematik kavramlar dizini haline getirmek tam da bu ihtiyaçtan doğdu ve yeni çocuğumuz: Bilim. Üstelik sistem karşıtları için bile çok verimli bir toprak: Materyalist bilim. Kültür mantarı yetiştirirlir gibi kültür muhalefet yetiştirilebilir artık. Artık sistem ve anti-sistem bu yoldan yürüyebilir ve kendini legalize edebilir ve artık terör legal!
Salgınlar ve bunun için geliştirilen endüstri, bu endüstrinin sömürdüğü insanlar ve endüstrinin sömürdüğü insanlar için sömürülen insanlar hatta bunların hepsi için sömürülen doğa. Hepsi legal artık.
Terörizmin egemen olduğu yerde ise terörizmi terörize etmek legaldir,
Ve yaşasın terörist deliliğimiz!
* İvan İllich- Sağlığın gaspı

Lou'ya mektuplar- 14

Merhaba Lou,
Garip bir duygu dokunabilecek kadar yakınımdaydın bir hafta önce ve birkaç gün sonra yine o kadar yakınımda olacaksın ama ben yazmayı seçiyorum. Çünkü cesaretim yok gözlerinin perdesinin ardındaki seninle konuşmaya. Ya altından yeni perdeler çıkarsa, ya seni bulmam için daha çok ölmem gerekiyorsa? Öldükten sonra bir şey olmak istesem huzur olmak isterdim. Ben sende huzuru aradım, dostluğu aradım. Bütün Avrupa'yı dolaşan Erasmus'un aradığı gibi varoluşun her karışında aradım. Erasmus ne bulmuş peki biliyor musun?
"Belki bana aldanmış olmak büyük bir dert diyeceksin, asıl aldanmamış olduğunu düşünmen büyük bir dert."
Bilirsin, hayatın bana verdiklerinin tesadüf olmadığını düşünen bir insanım. İnsanlardan da pek bir şey beklemiyorum. Peki ya dostlarım?
Derya gibi gökyüzü gibi sonsuz bir şeydi, dostluktu, aradığım. Ben doğanın boşluğunda savrulmamak için saçlarına tutundum, oturup gamzene bir nefes çektim.
Aşıktım, benim minik Lou'm, hiç yerine her olmak istedim. Bir bu içime oturdu bir de:
"Bir bakardım eğilmiş su içiyor
Gamzelerinden kuşlar."
Şimdi bırakıyorum kendimi boşluğa, ellerimi çekiyorum saçlarından ve elbet başka saçlara dolanır bu eller.
Kendine iyi bak minik tırtılım, zalim biri olma, en çok da kendine karşı.
Bir de arada bir de olsa gökyüzünü ve deryayı hayal et, sadece kendin için bile olsa...

4 Eylül 2014 Perşembe

Saçlarım gibiydi yaşamım da

Kısacık ve sıralandı saçlarım,
Hayatımın sıradan olduğu yıllarda.
Uzadıkça saçlarım,
Anlar da uzadı ve sorunlar da.
Kıvrılmaya başladı;
Çünkü su da zaman da
Laminar akmazdı gerçek hayatta.
Ve dolandı birbirine
Bazen ayırdım karışan yerleri
Bazen - o kadar acı veriyordu ki-
Olduğu gibi bıraktım düğümleri.

Sonra değişmek istediğimde
Saçlarımı değiştirmekten başladım işe.

Ve " bizde kellik yok"
Saçlarım yok olduğunda
Yok olacağım ben de...

Kadıköy- Bostancı yürüyüş notları- 1

İki vakit arasına yerleştirilmiş
Küçücük bir sonsuz.
On beş,
Bilemedin on altılık gülüşüyle
Bitmek tükenmek bilmez bir umutla
Dolunayın üzerine yürüyen,
Salıyı çarşambaya bağlayan gece uyutmayın
Sonra geceyi gündüz edip
Iki gün arasına öylece uzanan
Kıvırcık saçlarının çok olan yarısını
Çarşambaya dolayan,
Diğer yarısını salıya.
Uzandığın yerden doğrulup
Köprücük kemiğime öpücük konduran,
Yüreğimin içini bir madenci gibi oyan
Oyup en ulaşılmaz yerlere giren
Göçük altındaki cesetleri çıkaran,
Ölüleri huzura uğurlayan
Ve canlıları.
Sonra yavaşça öpüp Salıyı
Gözlerini yumduran,
Çarşambayı mis gibi
Hanımeli kokusuna uyandıran,
"Incelik bir gündüzsün sen
Salıyla çarşamba arası."

Sarmaşık

Sonsuz bir kuyunun içinde
Bir sarmaşık kök saldı bir gün.

Kuyunun taşları sevindiler;
Soğuk yalnızlıklarına sarılan
Düşmemek için sımsıkı tutunan
Bu canın gelişine.

Gittikçe büyüyüp gelişti sarmaşık.
Çok şey öğrendi taşlardan,
                                           sudan,
                                                      ışıktan...

Zaman sadece izafi bir kavramdır
Ve taşlar izledi sarmaşığı an be an,
Bir ömür veya bir gün ne fark eder?
Taşların dokusuna işlendi anlar.

Kuyuyu aşacak kadar büyüdü
Ve çıktı kuyudan sarmaşık.
Taşlar nem kokulu bir yasa büründü,
Öldüğünü söylediler sarmaşığın.

Var oluş da bir sanrıydı yok oluş gibi.
Bir ucu toprakta,
Ve içinde dolaşan şuydu
Ve taşlar sonsuza kadar oradaydı
Ve sarmaşık ışığa kavuştu...